3 Eylül 2012 Pazartesi

To Livadi pou dakryzei/Ağlayan Çayır'dan











Last night I dreamed that we set off together
to find the source of the river.
An old man led the way.
As we walked on,the river became smaller
and broke up into a thousand small streams.
Suddenly, high above
under the snow-capped peaks the old man showed us
a piece of land with wild grass in a shady and damp place.
Every blade of grass held little drops of dew
that fell every so often on the soft earth.
“This meadow,” said the old man, “is the source of the river.”
You reached out and touched the wet grass.
When you raised your hand a few drops rolled down
and fell on the earth like tears.





Dün gece rüyamda birlikte nehrin kaynağını bulmak için
yola çıktığımızı gördüm.
Yaşlı bir adam yolu gösteriyordu.
İlerledikçe nehir giderek küçüldü ve küçük derelere bölündü.
Aniden çok yukarılarda karla kaplı dağların üstünde
yaşlı adam bize yaban otlarının bittiği
gölgeli ve nemli bir toprağı işaret etti.
Her çim yaprağı bir parça çiğ tutuyordu.
Ve hepsi bir süre sonra çiğ damlasını yumuşak toprağa bırakıyordu.
"Bu çayır" dedi yaşlı adam, "nehrin kaynağıdır."
Sen uzandın ve ıslak çimlere dokundun.
Elini kaldırdığında birkaç damla yuvarlandı.
Ve gözyaşları gibi toprağa düştü.


ALEXIS




15 Ağustos 2012 Çarşamba

Dövüş Klübü'nden






BİZLER TARİHİN ORTANCA ÇOCUKLARIYIZ
BİR ACIMIZ YOK
NE BÜYÜK SAVAŞI NE DE BÜYÜK BUHRANI YAŞADIK
BİZİM SAVAŞIMIZ RUHANİ BİR SAVAŞ
VE BUNALIMIMIZ KENDİ HAYATLARIMIZ



We’re the middle children of history.
No purpose or no place.
We have no great war. No great depression.
Our great war a spiritual war.
And our depression is our lives.


TYLER DURDEN



son söz;
…Mazi ve istikbal taraf taraf uçurumdur.
Hararet ve su benim yatağım ve yastığımdır.
Yanmak ve boğulmak işte benim ayinim…


…Arz, kayalar, denizler hatta parlak yıldızlar ve ilahları ve emelleri ve dehası veya bunaklığıyla beşerin ruhu cümleten bütün asumanın göğsünde yok olmaya mahkumdur…




11 Ağustos 2012 Cumartesi

Dark Shadows


Tim Burton Tim Burton Olalı Böyle Film Çekmedi...




1966-72 yılları arasında çekilmiş ve seyircileri ekrana bağlamış kült bir dizi; Dark Shadows… Beyaz perdeye uyarlanma fikri gündeme gelince “peki bu işi kim en iyi başarır?” sorusuna verilecek kâğıt üzerinde ki en olabilitesi yüksek cevaplardan biri hiç kuşkusuz ki Tim Burton olurdu ki öylede oldu. Malum olduğu üzere vampirler, cadılar ve gotik unsurlarla bezeli bir atmosfere dayalı Dark Shadows’un profili Tim Burton’un filmografisiyle referans gösterilebilinecek birçok ortak unsur barındırıyor. Hal böyle iken ortaya çıkan ve tabağa gelen hiçte malzemeyle aşçının maharetinden bekleneni vermiyor ve ne yazık ki Tim Burton çektiği filmlerin belki de en kötüsü diyebileceğimiz bir halkayı filmografisine ekliyor.
                Barnabas Colins; bölgenin en zengin ailesi Colins’lerin yakışıklı ve çapkın oğlu. Daldan dala konup umarsızca kalp kırarken oyuncaklarından biri olarak gördüğü Angelique’in kalbini kırmasının bedelini ağır ödemek zorunda kalacaktır. Gerçekten sevdiği tek kadın Josette’in ölümüyle başlayan ve kendisinin bir vampire dönüşmesiyle devam eden lanetli kaderi Angeluqie liderliğinde kasabalının onu bir lahite hapsedip diri diri gömmesiyle noktalanmış gibi görünse de asıl hikâye bundan sonra başlar. 300 yıllık uykusundan bir kazı çalışmasının vesilesiyle uyanan Barnabas ne kasabayı ne de Colinwood’u hiçte bıraktığı gibi bulamayacak; 300 yıl sonra ki akrabalarıyla olan tuhaf ve komik ilişkisi bir yana azılı düşmanı Angelique’le olan mücadelesi de bu yeniçağda devam edecektir.

300 Yıl Sonra Uyanan Barnabas, Ne Colinwood'u Ne Kasabayı eskisi gibi bulamaz


                1700’lerde başlayan hikâye 1970’lerde devam ediyorken; bu iki dönem içinde titizce üzerinde durulmuş kostüm ve sanat tasarımı filmin tek başarılı unsuru belki de. Karakterlerin ince ince üzerinde durulduğu belli olan kostüm tasarımları keşke senaryonun karakter tasarımı sürecinde de böyle güzel sonuçlar ortaya çıkarsaydı diyor insan. Ve filmin hem 700’ler hem 70’ler için ortaya konan şaşalı dönem atmosferinin verdiği tadın bir benzeri de keşke senaryonun genel dramatujik koca delikleri doldurularak soyut bir bağla izleyicileri sarıp sarmalayabilseydi… Ama olamamış işte ve ortaya “olmamış” bir film çıkmış haliyle.
1245 bölümlük bir dizinin 113 dakikaya birebir sığdırılmasını bekliyor değiliz yalnız hikâyede ki “ben yazdım oldu” saçmalıklarını da Tim Burton hatırına sineye çekmek sinema sanatına açıkça vefasızlık olur. Bir kez sahilde beraber yürüdüklerini gördüğümüz Barnabas ve Victoria karakterleri hemencecik birbirine âşık olurken; ailenin edepsiz kızı Carolyn’ın tam ihtiyaç duyulan anda bir kurt kadına dönüşmesi de hiçbir önsezi hissettirilmeden Angelique’in ağzından verilen zavallı bir açıklamayla geçiştirilebilinecek gibi değil. Bir Tim Burton sever olarak şunu itiraf edebilirim ki filmlerinin genelinde onları eşsiz ve değerli yapan ”Büyük Balık hariç” hiçbir zaman sağlam bir temele dayalı senaryo yapısı olmamıştır ve hatta senaryolarında ki ufak eksiklikler ve hatalara rağmen Burton’un filmleri sevilesidir; çünkü filmlerinde tuhaf bir adamın, samimi iç dünyasının, orijinal çağrışım ve esintileriyle ortaya kendine has birer atmosfer barındıran yapımlar çıkar ve bunlar Burton’u Burton yapar. Ama Dark Shadows, içinde ne Burton samimiyetini, ne kendine has atmosferini ve yaratıcılığını barındırmamakla birlikte, daha öncede bahsettiğimiz eksiklik ve hatalarıyla vasatın altına düşüyor. Alice In Wonderland’da da amiyane tabirle “stüdyo ısmarlaması” kokusu kendini hissettiriyordu ve Alice’de iyi bir film olmayı başaramıyordu ama Dark Shadows basbayağı kötü bir film.

Burton'un Bir Önce ki Filmi Alice In Wonderland'dı.


                Ayrıca içerik okuması olarak küçük bir anekdot: Kapitalist Barnabas’ın sırtını sıvazlayan ve köle doğan Angelique’in mücadelesini bir kötü ambalajına dahi ihtiyaç duymadan alenen yanlışlayan filmle; bir Hollywood yönetmeni olan Burton’u açık açık bunu amaçladığı söylemiyle suçlamasak bile; onun bu ikircikli ve hastalıklı düşünce yapısının, rutin fikir genetiğine oturmuş onlarcasından biri olduğunu vurgulamamıza da engel olmayacağını belirtmek isteriz.





8 Ağustos 2012 Çarşamba

Blow Up/ Thomas



..................istemiyorum ama verin varlığı olan her bir şeyi bakarsınız böylelikle bende huzur bulurum...



           Kalabalık bir bar ortamı, herkes coşmuş durumda. Sahnede ki grup gayet sıkı; pür dikkat izleniyor. Tam o sırada seste bir sorun çıkar ve cızırdamalar duyulur. Grubun gitaristlerinden biri ses verici aletlerin üzerinde ki düğmelerle oynar ilkin. Alet düzelecekmiş gibi olur fakat işte yine cızırtı sesleri müziğe karışmaktadır. Az önce ki gitarist bu sefer ses çıkaran alete sert bir şekilde vurmaya başlar. Ses kesilmez o kesilmedikçe gitaristte alete gitarıyla vurmayı sürdürür. O kötü cızırtılı ses en sonunda kesilmiştir. Ama gitarist durmaz aletle işi bittikten sonra gitarı yerden yere vurmaya başlar ve paramparça eder. Bu hal müziğin devam etmesine engel değildir. Kalabalığı ise daha çok coşturmaktadır. Tam o sırada beklenmeyen bir şey olur ve gitarist elinde ki parçaları kalabalığın içine fırlatır. Bu kalabalık içinde büyük bir dalgalanmaya neden olur. Herkes bu parçalardan birine sahip olabilmek için panikle birbirini ezecek hale gelir ki tam bu sırada kamera parçalardan birinin atıldığı yeri gösterir. Asıl kahramanımız Thomas bu kalabalığın ortasında gitarın atılan sapını alabilmek için kıyasıya mücadele etmektedir. Büyük uğraşlardan sonra sapı alıp kalabalıktan sıyrılır ve kaçar. Birkaç kişi ise sapı alabilmek için hala onu takip etmektedir fakat Thomas onları atlatana kadar durmaz. Nihayet zorluklada olsa peşindeki adamlardan kurtulmuştur fakat tam bu anda ilginç bir şey yapar; zorluklarla elde ettiği gitar parçasını bir kenara fırlatır ve yoluna; filmin kilit unsurlarından biri olan kadını aramaya devam eder.
            Yukarıda ki sahne bir Michelangelo Antonioni filmi olan 1966 yapımı Blow Up’a ait. Filmin bu sahnesini neden özellikle tasvire ihtiyaç duyduğumuz önemli bir unsur fakat öncelikle biraz Thomas’ı irdeleyelim.
            Thomas hiç şüphesiz ki ilginç bir karakterdir. Düz sarı saçları ve soğuk mavi gözleriyle; ilk görüşte ilgi çekmekle birlikte. Hikâye ilerledikçe gerek işiyle ve özellikle insanlarla kurduğu ilişkiler karakterinin karanlık taraflarını yavaş yavaş ve ince ince hissettirip açık etmektedir. Meşhur; çevresinde dört dönen ünlü ya da olmak isteyen onca güzel kızın da kanıtladığı gibi oldukça meşhur ve başarılı bir moda fotoğrafçısıdır. Her bir saati meşgul olan bu önemli adam işini kapsayan tüm bu uğraşlar içinde ister işinin gerektirdiği olsun veya olmasın her bir insan ilişkisinde alabildiğine donuk ve bencil hareket etmektedir. Filmin en başlarında fotoğraflarını çektiği ve ünlü olduğu hissedilen model örneğin Thomas’ı uzunca bir süre beklemiş buna rağmen bir yakınma emaresi göstermemiş Thomas’ın tavırlarında ise bu duruma karşı kayıtsızlık dışında bir şey hissedilmemiştir. Sonra ki çekiminde çalıştığı mankenlere davranışı ise basbayağı itici ve sevimsizdir. Onlara bağırır ve işin ortasında çekip gitmekte herhangi bir beis görmez.

Thomas; zeki, yetenekli ve oldukça ünlü bir moda fotoğrafçısıdır.


Realist bir gözle bakıldığında aslında Thomas birçok kişinin isteyeceği bir hayata sahiptir. Zekidir, yeteneklidir, işinde oldukça iyidir ve bu ona hatırı sayılır bir ün getirmiştir, etrafı istemediği kadar güzel kızla çevrilidir fakat Thomas o donuk mavi gözlerini tüm bu sahip olduklarının etrafında ilgisizce gezdirip günü kurtaracak kadarını tutkuyla istemeden yanına çağırır gözükmektedir. Bu hakikat açlığının ya da tutunamayanların tutunamamasının verdiği bir boşluk değildir. Kahramanımızın az önce saydığımız özelliklerinden birinin tekrar altını çizmek gerekirse gerçekten de yeteneklidir. İstediklerini alabilecek, çekip koparabilecek güce sahip gözükmektedir ve birçoğuna birçok kez sahip olmuş gibidir. Bundan gelen bir öz güvenle kayıtsızca ve tereddütsüz ilerlemektedir. İşte bahsettiğimiz boşlukta tam buradan gelmektedir. Her istediğini alabilen -yetenek ve bundan ileri gelen özgüven-  zengini çocuğun halet-i ruhiyesidir onun ki. Hayatının ona verdiği bıkkınlığı kendi de arkadaşına itiraf eder. (i’m fed up those bloody bitches. I wish, i had tons of Money. Then i’d be free) arkadaşının cevabı ise hoş ve ilginçtir. Thomas’ın filmin başında ayrıldığını gördüğümüz fabrikada, çektiği resimlerden birinde ki bir işçinin resmini gösterir ve sorar. (free to do what? Free like him?)

Thomas ip üstünde cambazlık yaparken

Tüm bu özelliklerle donatılmış kahramanımız istediklerinin anahtarı olarak saydığı bir ip yakalayıverir. Bir cinayetin tanıklığını yapabilecek resimler… İşte kahramanımız da tam ondan bekleneni yapar ve tüm çevikliğiyle bu ipin peşine düşer fakat olaylar öyle bir şekilde ilerler ki ip ellerinin arasından kayıp gidiverir. Bu durum onun –ve bizim de- kendisinden beklemeyeceği bir neticedir. İşte tam da bu netice kahramanımızın iç çelişkilerinden beslenip daha da değerli hale gelmektedir. Çünkü kahramanımızın hem çevresine, tüm o şaşalı gerçekliğine karşı ciddi bir kayıtsızlık içindedir ki biz onun kayıtsızlığından sahip olduklarına değer vermediğini de çıkarabiliriz. Hem de tüm bu –şeyler- için ciddi bir savaş verebilecek potansiyele sahiptir. Tam burada iddiamızın anahtarı usta yönetmen Antonioni’nin en başta tasvir ettiğimiz metaforik sahnesinde gizlidir. Thomas hiçbir şekilde değer vermediği –savurup atmıştı malumunuz sonunda- gitar parçası için savaşmış ve ona sahip olmayı başarabilmiş iken; -a tons of Money- için bir yol olarak gördüğü ipini ise kaybetmiştir.
 Öyle inanıyoruz ki savaştığı her şeyi dürüstçe istediğini kabul edemeyeceğimiz bu genç adam, ipin ucunu yakalayıp neticeyi istediği gibi sonlandırsaydı da filmin sonunda ki pantomim sanatçıları gibi boşlukta bir topla oyalanıp durmaktan ileri gidememe hissiyle; fakat yine topla iyi atış yapıp kazanmanın hırsıyla karışık bir benliğin laneti içinde tatminsiz bir velet misali yeni ipler arayıp duracaktı.

Blow Up Fragmanı


30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kill Bill



Hollywood Sinemasının İthal Kültür Ürünü Mü?
Bir Kill Bill İncelemesi



Bu yüzyıl iletişim çağı olarak nitelendirilirse herkesçe kabul görmese de yadırganacak bir isim koyma çabası da olmayacaktır;  İletişimin yaygınlığı ve büyük etkinliği yadsınmayacak kadar ortadadır çünkü.  İşte bu geniş denilebilecek “ama eşit değil” iletişim imkânları büyük bir etkileşimi de beraberinde getirir ve günümüz dünya insanları hiçbir çağın yaşamadığı kadar birbirleriyle iletişim imkânlarıyla donatılmış bir nesildirler aslında. Böyle bir konjonktür elbette, olgun tatlı meyvelerini verir ve kültürel etkileşimle işlenip üretilmiş birçok sanat eseri bu çağın birer ürünü olarak kendini gösterir.Analizini yapmaya çalışacağımız sinema eseri de işte böyle bir etkileşimin meyvesidir bizce. Yeterince olgun ve tatlı mıdır peki? İşte asıl mesele tam da budur.
O Ren Ishii (nağm-ı diyar Cotton Mouth) ile baş kahramanımız  ölüm makinesi Gelin (yeminini etmeden önce ki kod adıyla Black Mamba) birinci bölümünün sonunda beklenildiği gibi karşı karşıya gelmiştir işte, birbirlerine saldırırlar ve ilk darbe O Ren Ishii’den gelir. Gelin sırtına ciddi bir kılıç darbesi almıştır ve düşmanı alaylı bir şekilde ona bakarak “beyaz Amerikalı kız samuray kılıçlarıyla oynamayı seviyor.” der. Bu sahneye tekrar döneceğiz ama bu sahne ve devamı hem filmin oluşturulma mantığını hem gerçekle ironik bağını anlatmak için güzel bir çıkış noktası.

O-Ren Ishii ile Gelin'in Nihai Savaşı: Kill Bill Vol-I


Kendine has bir üslubu ve orijinal bakış açısıyla bir çok yönetmenden ayrılsa da Hollywood bacasız sanayisinin bir üreticisi olarak yönetmen Quentin  Tarantino, samuray kılıçlarıyla mı oynamak istemiştir sadece bir mistik doğu hayranı beyaz olarak? Aslında bunu direkt olarak söylemek kesinlikle Tarantino için büyük bir haksızlık olacaktır. Hiç bir şey olmasaydı bile başta bahsettiğimiz kendine has üslubu ve orijinal bakış açısı sanıyoruz ki sinemasal nitelik açısından ortaya kötü bir film çıkmasına zaten izin vermeyecekti fakat bunların yanında yönetmenin yıllarca beslendiği Wuxia’lardan tutunda Japon animelerine ordan sinemasının alamet-i farikası istismar filmlerine kadar tüm bu sinemasal kaynakları onun ironik bakış açısı ile vahşet ve mizah yüklü tuhaf dünyasıyla birleşince ortaya sinema tarihinin en curcunalı seyirliklerinden biri çıkmıştır zaten.
Etkilendiği kültürler ve yapıtlarını özel olarak biraz daha irdelemek gerekirse en temelinde bir intikam hikayesi olan Kill Bill 1973 yapımı Toshiya Fujita filmi Lady Snowblood’dan oldukça etkilenmiştir. Bunun yanında kullandığı anlatım teknikleri, diyaloglar, karakterler ve kostümlere kadar her şey de Uzakdoğu dövüş filmlerinin tanıdık halesini hissetmek hatta açıkça verildiği için direkt olarak fark etmek mümkündür. Bunun yanında karakterlerinin sadece performansları değil inşalarında ki abartı onları tipleşmeye yaklaştırmış; sıkı aralıklarla serpiştirilmiş ironik ve hatta absürt diyaloglar ve durumlar birleşimi bir Tarantino evreninde olduğunuzu açık seçik zaten size hissettirmiştir.

1973 Yapımı Lady Snowblood Kill Bill'in atalarından.


Tüm bu Uzakdoğu kültürü referans ve alıntılamalarına rağmen Kill Bill, sinemasal gerçekliğinde ki sosyal evreni içinde tam bir Amerika atmosferine hakimken yine sinemasal gerçekliği içinde tüm bu kültür karmaşasına bir Amerikan kimliğiyle dahil olmaktadır. Gelin, Hattori Hanzo kılıcıyla Amerikalı beyaz bir kadındır. Ve tüm karakterlerde Amerika evrenine gayet realist  “filmin realiteye izin veren atmosferi nispetinde” ve organik bağlarla bağlanmış durumdadırlar.
Tespitini yaptığımız “eleştirisini değil” bu Amerika atmosferi ile iç sinemasal evreninin üstte bahsettiğimiz unsurlarıyla örülmüş Tarantino kokusu, yine üstte açıklamaya çalıştığımız Uzakdoğu kültür ve mitleriyle bezenmiş karakterleri ve kotarılmış dokusuyla Kill Bill sinema tarihinin modern kült yapıtlarından biridir bizce. Ve son söz olarak en başta ki küçük sahnemizi tamamlamak yazıyı istediğimiz zemine oturtacaktır sanırım.

Tarantino Kill Bill Vol. I in setinde Uma Turman'a Direktif Verirken

Gelin’in samuray kılıcının tüm gücü ve maharetiyle O Ren Ishii’ye saldırıp onu bacağından yaralaması aslında onun “ samuray kılıcıyla oynayan” alelade bir beyaz olmadığını Ishii’ye nasıl kanıtlamış ve ona özrünü diletmişse bu filmin ulaştığı yetkinlikte Tarantino’nun her gördüğü güzele çıkarcı bir ayran gönüllülükle göz süzen bir Hollywood yönetmeni olmadığını tüm dünyaya aynı şekilde kanıtlamıştır. Ama bu yanlış anlaşılma için bir özre gerek var mıdır? Varın buna da siz karar verin…


Kill Bill Vol. I Fragmanı 





Kill Bill Vol. II Fragmanı



Bram Stoker’s Dracula


Zamanında Böyle Vampirlerde Varmış Arkadaş


            Vampirli filmlerin, dizilerin, çizgili, çizgisiz romanların daha envai çeşit nelerinde nelerin büyük bir popülariteyle seri üretim ürünleri gün be gün sayılarına yenilerini ekleyedursun; türünün hoş bir örneği olan Bram Stoker’s Dracula sinemada kendine has özel bir tada sahip nadir vampir filmlerinden biri olarak 20 yıla yakın süredir önemini korumakta.
            Bram Stoker’ın yazdığı Dracula romanının en iyi sinema uyarlamalarından biri olan 1993 yapımı filmin yönetmen koltuğunda Francis Ford Coppala otururken Drakula rolünde gerek oyunu gerek karizmasıyla rolünün hakkını fazlasıyla veren Gary Oldman’ı görmekteyiz. Oldman, Dracula karakteriyle sinema tarihinin belki de en etkileyici vampir-Dracula örneklerinden birini vermekte.
            Türün tarihine baktığımızda 1922’de F. W. Murnau’nun Nosferatu’suyla başlayan Vampirlerin sinema macerası Murnau başta olmak üzere; Werner Herzog’dan (Vampir Nosferatu/Nosferatu Phantom der Nacht) Tony Scott’a (Hunger) David Crononberg’den (Rabid) Guillermo Del Toro’ya (Blade II) Roman Polanski’den (The Fearless Vampire Killers) Neil Jordan’a (Interwiew With The Vampire) ordan Chan Wook Park’a (Thirsty/Bakjwi) kadar birçok usta yönetmenin ismine rastlamak mümkün ve şüphesiz ki Coppala’da Dracula ile türün en iyi örneklerinden birini veren ustalardan.
            Konusuna aşina olan çoktur ama yinede şöyle bir üstünden geçmek gerekirse; Genç Avukat Jonathan Harker (Keuna Reeves) şirketinin verdiği bir görev için Transilvanya’ya Kont Drakula’nın şatosuna doğru yola çıkar. Görevi Kont’a Londra’dan almak istediği mülk için aracılık etmektir fakat Londra’da bıraktığı nişanlısı Mina’nın (Winona Ryder) resmini Kont’un görmesiyle Jonathan artık kalede bir esir haline gelir çünkü Mina, Kont’un 400 yıl önce ölen karısının tıpatıp benzemektedir. Kont Londra’ya yaptığı yolculukla Mina’ya ulaşır ve 400 yıl önce yarım kalan aşk küllerinden doğarak gücüyle Drakula’nın da kurtuluşu olur.
Oldman, Dracula karakteriyle sinema tarihinin belki de en etkileyici vampir-Dracula örneklerinden birini vermekte

            Film gösterime girdiği yıl 3 dalda Oscar’ı kucaklar; bunlar en iyi kostüm, en iyi makyaj ve en iyi ses kurgusudur. Gerçektende aşırı stilize görselliği ve teknik kusursuzluğuyla Dracula zevk alınarak izlenecek bir seyirlik sunmakta. Uçuşan saten kumaşların olduğu kadar kanlı bir şekilde gövdeden kopan kafalarında bu stilizasyona katkı sağladığı söylenebilir. Filmin yarattığı atmosferin gücü; müziklerden kostümlere, mekanlardan efektlere her bir öğenin üstüne düşen vazifeyi makul ölçülerde yerine getirmesiyle baskın bir şekilde kendini gösterirken; Drakula’nın da en önemli unsuru olabilmiş. Tüm bu stilizasyon; yönetmenin teknik yetkinliklerini sonuna kadar ama yerli yerince kullanması, senaryonun makul yapısı, ünlü oyuncuların bolluğu ve karakterlerine uyumlarıyla birleşimi ortaya sadece türünün değil hem yönetmenin filmografisinin hem de sinema tarihinin önemli klasiklerinden birini çıkarıyor.
Filmin yarattığı atmosferin gücü sırtını dayadığı belki de en önemli unsuru

Günümüz vampir filmlerinin-dizilerinin hitleşen tematik yapısını oluşturan -ergen aşkı- merkeziliğinin aksine Drakula tam bir yetişkin filmi. Her bir kan emme sahnesinin cinsellikle iç içe geçmesi vampir kültünün metaforik alt yapısının cinsel birleşme olduğuna dair yapılan okumaları haklı çıkartan bir paralellikte. Tüm bunlar bir yana sadece filmin genel atmosferinde ki karakterler arası gerilimlerle dahi her daim bu hava hafif hafif eserek kendini hissettiriyor.

Totalde ki tüm bu özellikleriyle Bram Stoker’s Dracula eli yüzü düzgün bir vampir filmi izleyeyim diyecek olunursa bu beklentiyi fazlasıyla karşılayabilecek niteliklere sahip bir film iken türünün ister evvelden olsun ister son çıkan popüler örneklerinin sürüklemesiyle olsun hayranı olanlar için ise kesinlikle eksik bırakılmaması gereken bir zinciri.

Film Fragmanı

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Işıkla Zamana Atılan Çentik



sinem-a! sevgili yanıyor
medet, medet ki
yangınımı aşina edeyim...
IŞIKLA ZAMANA ATILAN BİR ÇENTİK İLE.