…Arz, kayalar, denizler
hatta parlak yıldızlar ve ilahları ve emelleri ve dehası veya bunaklığıyla
beşerin ruhu cümleten bütün asumanın göğsünde yok olmaya mahkumdur…
1966-72 yılları arasında çekilmiş
ve seyircileri ekrana bağlamış kült bir dizi; Dark Shadows… Beyaz perdeye
uyarlanma fikri gündeme gelince “peki bu işi kim en iyi başarır?” sorusuna
verilecek kâğıt üzerinde ki en olabilitesi yüksek cevaplardan biri hiç kuşkusuz
ki Tim Burton olurdu ki öylede oldu. Malum olduğu üzere vampirler, cadılar ve
gotik unsurlarla bezeli bir atmosfere dayalı Dark Shadows’un profili Tim
Burton’un filmografisiyle referans gösterilebilinecek birçok ortak unsur
barındırıyor. Hal böyle iken ortaya çıkan ve tabağa gelen hiçte malzemeyle
aşçının maharetinden bekleneni vermiyor ve ne yazık ki Tim Burton çektiği
filmlerin belki de en kötüsü diyebileceğimiz bir halkayı filmografisine ekliyor.
Barnabas
Colins; bölgenin en zengin ailesi Colins’lerin yakışıklı ve çapkın oğlu. Daldan
dala konup umarsızca kalp kırarken oyuncaklarından biri olarak gördüğü
Angelique’in kalbini kırmasının bedelini ağır ödemek zorunda kalacaktır.
Gerçekten sevdiği tek kadın Josette’in ölümüyle başlayan ve kendisinin bir
vampire dönüşmesiyle devam eden lanetli kaderi Angeluqie liderliğinde
kasabalının onu bir lahite hapsedip diri diri gömmesiyle noktalanmış gibi görünse
de asıl hikâye bundan sonra başlar. 300 yıllık uykusundan bir kazı çalışmasının
vesilesiyle uyanan Barnabas ne kasabayı ne de Colinwood’u hiçte bıraktığı gibi
bulamayacak; 300 yıl sonra ki akrabalarıyla olan tuhaf ve komik ilişkisi bir
yana azılı düşmanı Angelique’le olan mücadelesi de bu yeniçağda devam
edecektir.
300 Yıl Sonra Uyanan Barnabas, Ne Colinwood'u Ne Kasabayı eskisi gibi bulamaz
1700’lerde
başlayan hikâye 1970’lerde devam ediyorken; bu iki dönem içinde titizce
üzerinde durulmuş kostüm ve sanat tasarımı filmin tek başarılı unsuru belki de.
Karakterlerin ince ince üzerinde durulduğu belli olan kostüm tasarımları keşke senaryonun
karakter tasarımı sürecinde de böyle güzel sonuçlar ortaya çıkarsaydı diyor
insan. Ve filmin hem 700’ler hem 70’ler için ortaya konan şaşalı dönem atmosferinin
verdiği tadın bir benzeri de keşke senaryonun genel dramatujik koca delikleri doldurularak
soyut bir bağla izleyicileri sarıp sarmalayabilseydi… Ama olamamış işte ve
ortaya “olmamış” bir film çıkmış haliyle.
1245 bölümlük bir dizinin 113
dakikaya birebir sığdırılmasını bekliyor değiliz yalnız hikâyede ki “ben yazdım
oldu” saçmalıklarını da Tim Burton hatırına sineye çekmek sinema sanatına
açıkça vefasızlık olur. Bir kez sahilde beraber yürüdüklerini gördüğümüz
Barnabas ve Victoria karakterleri hemencecik birbirine âşık olurken; ailenin
edepsiz kızı Carolyn’ın tam ihtiyaç duyulan anda bir kurt kadına dönüşmesi de
hiçbir önsezi hissettirilmeden Angelique’in ağzından verilen zavallı bir
açıklamayla geçiştirilebilinecek gibi değil. Bir Tim Burton sever olarak şunu
itiraf edebilirim ki filmlerinin genelinde onları eşsiz ve değerli yapan ”Büyük
Balık hariç” hiçbir zaman sağlam bir temele dayalı senaryo yapısı olmamıştır ve
hatta senaryolarında ki ufak eksiklikler ve hatalara rağmen Burton’un filmleri
sevilesidir; çünkü filmlerinde tuhaf bir adamın, samimi iç dünyasının, orijinal
çağrışım ve esintileriyle ortaya kendine has birer atmosfer barındıran yapımlar
çıkar ve bunlar Burton’u Burton yapar. Ama Dark Shadows, içinde ne Burton
samimiyetini, ne kendine has atmosferini ve yaratıcılığını barındırmamakla
birlikte, daha öncede bahsettiğimiz eksiklik ve hatalarıyla vasatın altına
düşüyor. Alice In Wonderland’da da amiyane tabirle “stüdyo ısmarlaması” kokusu
kendini hissettiriyordu ve Alice’de iyi bir film olmayı başaramıyordu ama Dark
Shadows basbayağı kötü bir film.
Burton'un Bir Önce ki Filmi Alice In Wonderland'dı.
Ayrıca
içerik okuması olarak küçük bir anekdot: Kapitalist Barnabas’ın sırtını
sıvazlayan ve köle doğan Angelique’in mücadelesini bir kötü ambalajına dahi
ihtiyaç duymadan alenen yanlışlayan filmle; bir Hollywood yönetmeni olan
Burton’u açık açık bunu amaçladığı söylemiyle suçlamasak bile; onun bu
ikircikli ve hastalıklı düşünce yapısının, rutin fikir genetiğine oturmuş
onlarcasından biri olduğunu vurgulamamıza da engel olmayacağını belirtmek
isteriz.
..................istemiyorum ama verin varlığı olan her bir şeyi bakarsınız böylelikle bende huzur bulurum...
Kalabalık
bir bar ortamı, herkes coşmuş durumda. Sahnede ki grup gayet sıkı; pür dikkat
izleniyor. Tam o sırada seste bir sorun çıkar ve cızırdamalar duyulur. Grubun
gitaristlerinden biri ses verici aletlerin üzerinde ki düğmelerle oynar ilkin.
Alet düzelecekmiş gibi olur fakat işte yine cızırtı sesleri müziğe
karışmaktadır. Az önce ki gitarist bu sefer ses çıkaran alete sert bir şekilde
vurmaya başlar. Ses kesilmez o kesilmedikçe gitaristte alete gitarıyla vurmayı
sürdürür. O kötü cızırtılı ses en sonunda kesilmiştir. Ama gitarist durmaz
aletle işi bittikten sonra gitarı yerden yere vurmaya başlar ve paramparça
eder. Bu hal müziğin devam etmesine engel değildir. Kalabalığı ise daha çok
coşturmaktadır. Tam o sırada beklenmeyen bir şey olur ve gitarist elinde ki
parçaları kalabalığın içine fırlatır. Bu kalabalık içinde büyük bir
dalgalanmaya neden olur. Herkes bu parçalardan birine sahip olabilmek için panikle
birbirini ezecek hale gelir ki tam bu sırada kamera parçalardan birinin
atıldığı yeri gösterir. Asıl kahramanımız Thomas bu kalabalığın ortasında
gitarın atılan sapını alabilmek için kıyasıya mücadele etmektedir. Büyük uğraşlardan
sonra sapı alıp kalabalıktan sıyrılır ve kaçar. Birkaç kişi ise sapı alabilmek
için hala onu takip etmektedir fakat Thomas onları atlatana kadar durmaz.
Nihayet zorluklada olsa peşindeki adamlardan kurtulmuştur fakat tam bu anda
ilginç bir şey yapar; zorluklarla elde ettiği gitar parçasını bir kenara
fırlatır ve yoluna; filmin kilit unsurlarından biri olan kadını aramaya devam eder.
Yukarıda ki
sahne bir Michelangelo Antonioni filmi olan 1966 yapımı Blow Up’a ait. Filmin
bu sahnesini neden özellikle tasvire ihtiyaç duyduğumuz önemli bir unsur fakat
öncelikle biraz Thomas’ı irdeleyelim.
Thomas hiç
şüphesiz ki ilginç bir karakterdir. Düz sarı saçları ve soğuk mavi gözleriyle;
ilk görüşte ilgi çekmekle birlikte. Hikâye ilerledikçe gerek işiyle ve
özellikle insanlarla kurduğu ilişkiler karakterinin karanlık taraflarını yavaş
yavaş ve ince ince hissettirip açık etmektedir. Meşhur; çevresinde dört dönen
ünlü ya da olmak isteyen onca güzel kızın da kanıtladığı gibi oldukça meşhur ve
başarılı bir moda fotoğrafçısıdır. Her bir saati meşgul olan bu önemli adam
işini kapsayan tüm bu uğraşlar içinde ister işinin gerektirdiği olsun veya
olmasın her bir insan ilişkisinde alabildiğine donuk ve bencil hareket
etmektedir. Filmin en başlarında fotoğraflarını çektiği ve ünlü olduğu
hissedilen model örneğin Thomas’ı uzunca bir süre beklemiş buna rağmen bir
yakınma emaresi göstermemiş Thomas’ın tavırlarında ise bu duruma karşı
kayıtsızlık dışında bir şey hissedilmemiştir. Sonra ki çekiminde çalıştığı
mankenlere davranışı ise basbayağı itici ve sevimsizdir. Onlara bağırır ve işin
ortasında çekip gitmekte herhangi bir beis görmez.
Thomas; zeki, yetenekli ve oldukça ünlü bir moda fotoğrafçısıdır.
Realist bir gözle bakıldığında
aslında Thomas birçok kişinin isteyeceği bir hayata sahiptir. Zekidir,
yeteneklidir, işinde oldukça iyidir ve bu ona hatırı sayılır bir ün
getirmiştir, etrafı istemediği kadar güzel kızla çevrilidir fakat Thomas o
donuk mavi gözlerini tüm bu sahip olduklarının etrafında ilgisizce gezdirip
günü kurtaracak kadarını tutkuyla istemeden yanına çağırır gözükmektedir. Bu
hakikat açlığının ya da tutunamayanların tutunamamasının verdiği bir boşluk
değildir. Kahramanımızın az önce saydığımız özelliklerinden birinin tekrar altını
çizmek gerekirse gerçekten de yeteneklidir. İstediklerini alabilecek, çekip
koparabilecek güce sahip gözükmektedir ve birçoğuna birçok kez sahip olmuş
gibidir. Bundan gelen bir öz güvenle kayıtsızca ve tereddütsüz ilerlemektedir.
İşte bahsettiğimiz boşlukta tam buradan gelmektedir. Her istediğini alabilen
-yetenek ve bundan ileri gelen özgüven-
zengini çocuğun halet-i ruhiyesidir onun ki. Hayatının ona verdiği
bıkkınlığı kendi de arkadaşına itiraf eder. (i’m fed up those bloody bitches. I
wish, i had tons of Money. Then i’d be free) arkadaşının cevabı ise hoş ve
ilginçtir. Thomas’ın filmin başında ayrıldığını gördüğümüz fabrikada, çektiği
resimlerden birinde ki bir işçinin resmini gösterir ve sorar. (free to do what?
Free like him?)
Thomas ip üstünde cambazlık yaparken
Tüm bu özelliklerle donatılmış
kahramanımız istediklerinin anahtarı olarak saydığı bir ip yakalayıverir. Bir
cinayetin tanıklığını yapabilecek resimler… İşte kahramanımız da tam ondan
bekleneni yapar ve tüm çevikliğiyle bu ipin peşine düşer fakat olaylar öyle bir
şekilde ilerler ki ip ellerinin arasından kayıp gidiverir. Bu durum onun –ve
bizim de- kendisinden beklemeyeceği bir neticedir. İşte tam da bu netice
kahramanımızın iç çelişkilerinden beslenip daha da değerli hale gelmektedir.
Çünkü kahramanımızın hem çevresine, tüm o şaşalı gerçekliğine karşı ciddi bir
kayıtsızlık içindedir ki biz onun kayıtsızlığından sahip olduklarına değer
vermediğini de çıkarabiliriz. Hem de tüm bu –şeyler- için ciddi bir savaş
verebilecek potansiyele sahiptir. Tam burada iddiamızın anahtarı usta yönetmen
Antonioni’nin en başta tasvir ettiğimiz metaforik sahnesinde gizlidir. Thomas
hiçbir şekilde değer vermediği –savurup atmıştı malumunuz sonunda- gitar
parçası için savaşmış ve ona sahip olmayı başarabilmiş iken; -a tons of Money-
için bir yol olarak gördüğü ipini ise kaybetmiştir.
Öyle inanıyoruz ki savaştığı her şeyi dürüstçe
istediğini kabul edemeyeceğimiz bu genç adam, ipin ucunu yakalayıp neticeyi
istediği gibi sonlandırsaydı da filmin sonunda ki pantomim sanatçıları gibi boşlukta
bir topla oyalanıp durmaktan ileri gidememe hissiyle; fakat yine topla iyi atış
yapıp kazanmanın hırsıyla karışık bir benliğin laneti içinde tatminsiz bir
velet misali yeni ipler arayıp duracaktı.